On dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru Avrupa’da tarih sahnesine çıkmaya başlayan yenilikçi akımlar için 1920’li yıllar büyük bir sıçrama dönemi sayılır. Tarihte belki de tekrar 1968 ve sonrasında rastlayacağımız türden gençliğin ve genç sanatçıların otoriteye saldırdığı, eskinin hızla gözden düştüğü, Dadaizm, gerçeküstücülük, 12 ton müziği, fütürizm, konstrüktivizm gibi akımların art arda boy verdiği bir avangardizm on yılıydı 1920’ler.
Stefan Zweig dönemin yenilikçi coşkusunu üst kuşakların aklının, hâkim devlet otoritesinin ve geleneklerin iflasını bütün çıplaklığıyla ortaya koyan Birinci Dünya Savaşı deneyimiyle ilişkilendirir.[1] Gençler için babalarının medeni dünyaya dair söyledikleri ve öğrettikleri her şey siperlerin dehşetinde yanlışlanmıştır. Sivil hayatta toy ve acemi muamelesi gören ve sürekli disiplin altına alınması zaruri addedilen gençler savaştan ağır travmalarla ve “vatan savunmasındaki” paha biçilmez rollerinin verdiği özgüvenle “büyümüş” olarak dönmüşlerdir evlerine. Artık babalarının ve devletlerinin söyledikleri her şeye kuşkuyla yaklaşmaktadırlar. Yirmili yıllarda Büyük Savaş’ın var olan değerleri alt üst eden ve değilleyen şok edici etkisine 1917 Bolşevik Devrimi’nin yenilikçi ve yıkıcı deneyimi de karışmaya başlar. Eskiye güveni sarsılmış, geleneklerden bunalan, var olanın çürüdüğüne inanan genç sanatçılar için Rus Devrimi çarpıcı bir alternatif, özlem duyulan bir baştan aşağı yenilenme çağrısıdır. Var olanın derhal terk edilmesi gerektiğine dair bir aciliyet duygusu her tür aşırılığın sıkıcı gelenekçiliğe yeğ tutulduğu bir dinamizm yaratır.
Bütün Avrupa’yı etkisi altına alan bu ruh halinin Berlin’e ve Almanya’ya özgü versiyonu Alman Dışavurumculuğunun kendine özgü koşullarını hazırlayacaktır. Almanya’nın savaştan yenik ayrılması ve hemen ardından gelen Alman Devrimi, kasıntı Prusya aristokrasisinin özgüvenini alaşağı etmiş ve yine onunla anılan otoriter devlet geleneğinin bütün temellerinin altını oymuştur. Kamusal hayattaki otorite, uyum ve disipliniyle meşhur Alman ruhu sarsılmış, Weimar yılları büyük bir özgürlük ve cinsellik patlamasına tanık olmaya başlamıştır.[2] Bu dönem kimilerine göre büyük bir ahlaki belirsizlik dönemidir. Yaşanan özgürlük ve eğlence patlamasının yanı başında bir tedirginlik duygusu da boy verir Alman kültürel hayatında. Disipline ve otoriteye alışkın özellikle muhafazakâr kesimlerde otorite boşluğu hissinin yarattığı bir tedirginliktir bu (ve birkaç sene içinde Nazilerin yükselişiyle telafi edilecektir). Alışıldık değerlerin yıkımıyla yaşanan tedirginliğe aynı anda savaşın getirdiği ekonomik sıkıntılar ve özellikle yıkıcı 1923 enflasyonunun sonucunda ortaya çıkan bir suç patlaması da eşlik eder. 1919-21 yılları arasında sol ve liberal kesimi suikastleriyle terörize eden sağcı milislerin saldırıları henüz dinmiştir ki hırsızlar, yankesiciler, hayat kadınları ve dolandırıcılar Almanya sokaklarında kol gezmeye başlar. Daha da kötüsü 30 genç kızı kesip etlerini tütsüleyen Karl Denke ve genç erkek kurbanlarının boğazını dişleriyle parçalayarak öldüren Georg Haarman gibi seri katillerin hikayeleri basında geniş yer bulmakta ve bunların tüyler ürpertici hikâyeleri orta sınıf evlerin salonlarında dolaşmaktadır.[3]
İşte sanatta geleneğin otoritesine saldıran yenilikçi ruh ile savaş travmaları yaşamış bir kuşağın deneyimleri ve Alman şehirlerinde boy vermeye başlayan tedirginlik, korku ve paranoya atmosferinin tuhaf birleşiminin sonucudur büyük ölçüde Alman dışavurumculuğu. Ancak asla bununla sınırlı değildir. Eğer Alman dışavurumculuğu kendi yerel koşullarının dışına taşabilecek ve evrensel arayışlara seslenebilecek yönler barındırmasaydı asla 20. yüzyılın ve sinema sanatının en önemli ve en belirleyici akımlarından biri haline gelemezdi. Kuşkusuz Alman ekspresyonizminin görsel dünyası ve temalarına sirayet eden tedirginlik, modernitenin belirsizlikleri karşısında ürken ve dehşete kapılan modern insanın deneyimlerini yansıtıyordu. Ekspresyonist filmlerde ve resimlerde sık sık karşımıza çıkan modern endüstriyel komplekslerin eziciliği ve bireysel farklılıkları yok eden tek tipleştirici öğütücülüğü, ölçüsüzce büyüyen devlet aygıtı ve otoritesi, bireyi ezen ve yok eden bürokratik mekanizmaların ağırlığı, ahlaki çürüme ve yozlaşma, şehrin labirentimsi ve karanlık sokaklarında kol gezen suç, modern insanın sanayileşme, şehirleşme ve artan otoriterleşme karşısında yaşadığı travmatik deneyimin kristalize olduğu deneyimlerdi. Tam da bu nedenle Alman Dışavurumculuğu kısa süreli bir deneme, gençlik heyecanıyla girişilmiş aşırı denemeler olmanın ötesine geçerek 1930’lu ve 40’lı yıllarda Nazilerden kaçan Alman sinemacıların da etkisiyle önce Fransa’ya ve ardından ABD’ye yayıldı. Savaş sonrası Amerikan sinemasının Kara Film (Film Noir) türüne büyük tesir eden dışavurumculuk aynı zamanda git gide bir tür olarak özerkleşen korku sinemasının da estetik parametrelerini büyük ölçüde belirledi. Dahası dışavurumculuk Hitchcock’tan Orson Welles’e, Werner Herzog’tan Tim Burton’a pek çok çağdaş sinemacının da en önemli esin kaynakları arasında yer aldı.
Goethe-Institut İstanbul işbirliğiyle hazırladığımız Dışavurumcu Alman Sineması programında akımın çekirdek filmleri kabul edilen sekiz filmin yanı sıra dışavurumculuk üzerine Rudiger Suchsland’ın yapmış olduğu bir belgesele ve dışavurumculuğun modern sinemaya etkilerini seyircinin yakından görebilmesi amacıyla dört modern filme yer verdik. Bu dört film farklı biçimlerde ekspresyonizm etkileri taşıyan ve onun temalarını, sahneleme ve ışıklandırma biçimlerini modern sinemaya aktaran ve kendi içinde yeniden üreten filmler. 25 Kasım’da düzenleyeceğimiz panelde hem Alman Dışavurumculuğu’nu hem de onun günümüz sinemasına etkilerini, gösterdiğimiz filmler özelinde ayrıntılı bir biçimde masaya yatırmayı hedefliyoruz..
Emin Alper
Sinematek/Sinema Evi Sanat Yönetmeni
[1] Stefan Zweig, Dünün Dünyası, (Milliyet Yayınları: 1971) s. 338-341.
[2] Klaus P. Fischer, Nazi Almanyası: Yeni Bir Tarih, (Alfa Yayınları: 2020) s. 248
[3] Age., s. 254.
Kadıköy Belediyesi Sinematek/Sinema Evi'nde otopark alanı mevcut değildir; dolayısıyla sitemizdeki haritada işaretlenmiş olan, civar otoparkları kullanabilirsiniz.
Toplu taşımayı tercih edecek ziyaretçiler, Kadıköy'den düzenli aralıklarla kalkan Bostancı dolmuşlarını kullanarak Hasırcıbaşı Caddesi'nin girişinde inebilirler. Sinematek/ Sinema Evi tabelalarını takip ederek 5 dakikalık yürüme mesafesindeki kurumumuza ulaşabilirsiniz. Yine aynı yöne ilerleyen İETT otobüsleriyle de Barış Manço durağında inip yönlendirme tabelalarını takip ederek kurumumuza ulaşmanız mümkündür.