Öncelikle Şiirsel Gerçekçiliğin biraz kafa karıştırıcı bir tanım olduğunu söylememiz gerek. Bunun iki sebebi var. Birincisi, şiirsellik ve gerçekçilik gibi genellikle birbirinin karşıtı olarak algılanan iki kavramın bir arada kullanılması. “Şiirsellik”, gerçekçi bir biçimde ifadesi mümkün olmayan duyguların ve düşüncelerin metaforlar aracılığıyla aktarılmasını, biçimsel bir dili akla getiriyor ne de olsa, “gerçekçilik” ise tam aksine süslemeye ya da biçimselliğe başvurmayan sade ve doğrudan bir anlatımı. Bu iki kavramın yan yanalığı bir tezat oluşturuyor. İkincisi de Şiirsel Gerçekçiliğin ne tam anlamıyla bir akım ne de bir janr olması; zira temel aldığı herhangi bir politik, sosyal ya da estetik manifesto olmadığı gibi, ortak bir tavır ya da birleştirici bir stilden bahsetmek de zor. Bu sinemanın en önemli temsilcileri sayılan Jean Vigo, Marcel Carné, Jean Renoir ve Julien Duvivier gibi sinemacıları Şiirsel Gerçekçilik çatısı altında buluşturan belli konular, belli atmosferler, belli ruh halleri var elbette ama bu sinemacıların en önemli ortak noktalarının Fransız sinemasını Belle Époque döneminin eskimiş kalıplarından kurtararak zamanın ruhunu yakalayan bir sinema yapmak konusundaki kararlılıkları olduğunu söyleyebiliriz. Hepsi çoğunlukla Jacques Prévert, Charles Spaak, Henry Jeanson gibi aynı yazarlarla, Michele Morgan, Louis Jouvet, Michel Simon, Pierre Brasseur, Arletty ve tabii acılar karşısındaki sağlam duruşuyla Şiirsel Gerçekçiliğin sembollerinden birisi haline gelen Jean Gabin’le çalışıyor.
Öte yandan, Şiirsel Gerçekçi filmler bir hayli geniş bir çeşitlilik gösteriyor: Aralarında Renoir’ın Harp Esirleri (La grande illusion, 1937) filmi gibi ağır dramlar da var, yine Renoir’a ait Oyunun Kuralı (La règle de jeu, 1939) gibi mizahi bir yaklaşımı benimseyenler de. Vigo’nun L’Atalante’ı (1934) natüralizmin şiirsel yönünün alabildiğine güçlü bir ifadesi, Duvivier’nin Pépé Le Moko’su (1937) ve Carné’nin Gün Ağarıyor’u (Le Jour se lève, 1939) Amerikan kara filminin öncüsü filmler olarak bambaşka özellikler taşıyor.
Şiirsel Gerçekçi sinemayı tarif etmeyi güçleştiren belirsizliğin en açık göstergelerinden birisinin de, Marcel Carné’nin filmi Cennetin Çocukları (Les enfants du paradis, 1945) olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu film Şiirsel Gerçekçiliğin zirve noktalarından biri kabul edilmesine karşılık, teatral, epik ve bir sinema eseri olarak büyüklüğünün farkında olan yaklaşımıyla sıradan insanların sıradan hayatlarına odaklanan ve hayran olunacak değil de içinde kaybolunacak filmlere hayat veren, bu anlamda seyirciyle daha eşit bir ilişki kuran Şiirsel Gerçekçiliğe bir ihanet olarak da değerlendiriliyor.
Şiirsel Gerçekçiliğin en belirgin özelliği Fransız işçi sınıfının hayatındaki gerçeklere, toplumun alt sınıflarından karakterlere, yoksulların, dışlanmışların, seks işçilerinin, suçluların, intihara meyilli insanların hikâyelerine, şehrin karanlık bölgelerine, rıhtımlara, sanayi mahallelerine, ücra sokaklardaki lokantalara, yoksul pansiyonlardaki boyası dökülmüş odalara ve buralardaki gündelik yaşama odaklanmasıdır. “Şiirsel” yönü mizansene yüklenen anlamda, sembolizmi kullanışında, mekanların ve atmosferin aksiyondan daha çok öne çıkmasında, karakterlerin hislerini yansıtan görsel yaklaşımında ve tabii en genel anlamda sarsıcı kaderci yaklaşımındadır. Şiirsel gerçekçi filmlerdeki karakterler için mutluluk ulaşılmazdır, trajedi ise kaçınılmaz. Dünya acımasız bir yerdir, sebebi ise ya yoksulluktur ya da kalp kırıklığı.
Şiirsel gerçekçiliğin sanatsal anlamda birçok ilham kaynağı vardır ama öncelikli olarak Émile Zola’nın başı çektiği 19. yüzyıl natüralist edebiyatından, Georges Simenon’un polisiye romanlarından, Cartier-Bresson ve Brassaï gibi fotoğrafçıların eserlerinden, stilize sinematografi, optik efektler ve kurgu aracılığıyla gerçekliği bireyin öznel olarak algıladığı şekliyle ortaya koyan empresyonizm ve rüyayı andıran tuhaf görüntüleri cesurca kullanan sürrealizm gibi avangard akımların dogmalara meydan okuyan sınır tanımaz coşkusundan ve tabii Alman Dışavurumculuğundan bahsetmek gerekir. 1920’ler Almanya’sındakine benzer özellikler taşıyan bir politik iklimde şekillenen Şiirsel Gerçekçi sinemanın Alman Dışavurumculuğunu andıran özelliklerini filmlerin karamsar atmosferinde; karakterlerinin endişeli ruh halini ve dünyaya bakışlarındaki çarpıklığı yansıtan sinematografisinde; varoluşçu yazar Simone de Beauvoir’ın “tüm filmi saran bir umutsuzluk sisi”nden dem vurarak övgüyle bahsettiği Marcel Carné filmi Sisler Rıhtımı’nda (Le quai des brumes, 1938) gördüğümüz gibi yoğun bir melankoli bulutuna sarmalanmış sisli, karanlık sokaklarıyla yozlaşmanın cisimleşmiş hâli olarak resmedilen şehirlerinde ve çekimlerin gerçek mekânlar yerine stüdyolarda yapılmasından kaynaklı gerçek dışı, tuhaf karakterinde gözlemlemek mümkündür.
Şiirsel Gerçekçi sinemanın en üretken olduğu 1930’lu yıllarda yalnızca Fransa değil bütün dünya büyük bir yangın yeridir: 1929’da Amerika’da başlayan Büyük Buhran tüm dünyayı etkisine almaktadır, 1933’te Hitler iktidara gelecek, birkaç yıl sonra İtalya’nın ve Nazilerin destek verdiği güçler İspanya’da Cumhuriyet’i düşürecek ve İspanyol İç Savaşı başlayacak, Almanya’nın 1938’de Avusturya’yı, ardından Çekoslovakya’yı ve 1939’da Polonya’yı işgal etmesiyle II. Dünya Savaşı patlak verecektir. Ekonomik bunalımın, yükselen faşizmin ve yaklaşmakta olan büyük savaşın gölgesindeki Fransa’da hayat bulur Şiirsel Gerçekçilik. Gaumont ve Pathé gibi büyük yapım şirketlerinin dağıtım ağlarını kaybederek güçten düşmesiyle film üretimi, kimisi sinemacıların kendilerine ait olan, küçük, bağımsız yapım şirketleri üzerinden yapılmaya başlar. Bu zorluklarla dolu on yılın ortalarında faşizme karşı bir sol ittifak ile direnmeyi öngören Halk Cephesi’nin (Front populaire) 1936-1938 yılları arasındaki kısacık iktidarı topluma bir nebze nefes aldırmış ve umudu yeşertmiş olsa da yaklaşan felakete engel olamayacak ve umut yerini derin bir hayalkırıklığına bırakacaktır. Ocak 1936’da propaganda filmleri çekmek için kurulan bir kooperatif olan Özgür Sinema’nın (Ciné-Liberté) aktif bir üyesi olan Jean Renoir’ın bu dönemde çektiği Bay Lange’ın Suçu (Le crime de Monsieur Lange, 1936), Ayaktakımı Arasında (Les bas-fonds, 1936), Harp Esirleri (La grande illusion, 1937), La Marseillaise (1938) gibi filmlerinde halkı faşizme karşı birlikte hareket etmeye çağıran sol ittifakın yarattığı umudun izleri açıkça görülür.
1930’ların sonunda faşizm tüm Avrupa’yı etkisine alırken Halk Cephesi’nin düşmesinden kaynaklanan hayal kırıklığı ve hızla yayılan felaket hissi Şiirsel Gerçekçi sinemayı etkisine alır; Pépé Le Moko’da Jean Gabin’in canlandırdığı, Cezayir’in Kasbah bölgesinde kapana kısılan mücevher hırsızı ya da Harp Esirleri’nde Pierre Fresnay tarafından canlandırılan kendini feda eden aristokrat, trajik bir savaşa sürüklenmekte olan ülkeyi sembolize eden karakterlerdir. Renoir’ın başyapıtı, zamanında tam bu sebeple toplumda yenilgi ve umutsuzluk hissi uyandırmakla eleştirilmiştir hatta. Benzer şekilde Marcel Carné ve yazar ortağı Jacques Prévert de birlikte yaptıkları iki film nedeniyle istemeden de olsa faşizme hizmet etmekle suçlanırlar. Bunlardan biri tıpkı Münih Anlaşması sonrasındaki Avrupa gibi kaçınılmaz ve trajik bir sona sürüklenen bir karakterin hikâyesini anlatan Gün Ağarıyor (Le jour se lève), öbürü de bir hükümet sözcüsünün “Savaşı kaybettiysek Sisler Rıhtımı yüzündendir” şeklindeki meşhur demecine konu olan Sisler Rıhtımı’dır (Le quai des brumes). Marcel Carné’nin buna cevabı şöyledir: “Fırtına için barometreyi suçlayamazsınız!”
1939’da savaşın başlamasıyla beraber Şiirsel Gerçekçilik etkisini kaybetmeye başlar; ülkenin tamamen savaşa odaklanmak zorunda kalmasıyla Fransız sineması tümden durmuştur zaten. Daha sonra Nazi hâkimiyeti döneminde Jean Renoir gibi bazı sinemacılar da ülkeyi terkeder. Şiirsel Gerçekçilik kendisinden sonra üretilen sanat eserleri üzerindeki etkileriyle yaşamaya devam edecektir.
Başta Amerikan kara filmi, İtalyan Yeni Gerçekçiliği ve Fransız Yeni Dalgası olmak üzere sinemanın yapıtaşları sayılan akımlar ve janrlara ilham vermiş bu kısacık ama çok etkili dönemin sinemasını Sinematek/Sinema Evi’nde seyirciyle buluşturmaktan büyük heyecan duyuyoruz.
Yeni programda buluşmak dileğiyle.
Senem Erdine
Sinematek/Sinema Evi Film Program Koordinatörü
Kadıköy Belediyesi Sinematek/Sinema Evi'nde otopark alanı mevcut değildir; dolayısıyla sitemizdeki haritada işaretlenmiş olan, civar otoparkları kullanabilirsiniz.
Toplu taşımayı tercih edecek ziyaretçiler, Kadıköy'den düzenli aralıklarla kalkan Bostancı dolmuşlarını kullanarak Hasırcıbaşı Caddesi'nin girişinde inebilirler. Sinematek/ Sinema Evi tabelalarını takip ederek 5 dakikalık yürüme mesafesindeki kurumumuza ulaşabilirsiniz. Yine aynı yöne ilerleyen İETT otobüsleriyle de Barış Manço durağında inip yönlendirme tabelalarını takip ederek kurumumuza ulaşmanız mümkündür.